İncegazeteye abone olun, sektörel gelişmeleri kaçırmayın.
Gazete Abonelik Formu
Bizlere kısaca kendinizden bahseder misiniz?
İzmir doğumluyum. İlkokul çağından itibaren Ankara’da yetiştim ve büyüdüm. TED Ankara Koleji’nden sonra Ankara Fen Lisesi’nden 1974 de mezun oldum. Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olduktan sonra yine orada İç Hastalıkları uzmanlığımı tamamladım. Yüksek İhtisas Hastanesi’nde çalışırken de Doçentliğimi aldım. 1988 yılında Ankara Tıp Fakültesi’ne geçtim. 2023’ün Ekim ayında emekli olana kadar 34 yıl, Ankara Tıp Fakültesi’nde çalışma hayatımı sürdürdüm. Bu süre boyunca iki dönem Hematoloji bilim dalı başkanlığı yaptım, kordon kanı bankası, akraba dışı doku bankası, akım sitometri, doku tiplendirmesi ve moleküler hematoloji laboratuvarlarını kurdum. Çalışmalarımız sonucunda doku tiplendirmesi laboratuvarımız, Avrupa immunogenetik federasyonu tarafından akredite Türkiye’nin ikinci doku tiplendirmesi laboratuvarı oldu. Bu yenilikler, bu alandaki eğitimlerde birçok yerde yeni birçok kişinin yetişmesine vesile oldu. Başlattığımız hemato-diagnostik yüksek lisans programı ile birçok biyoloğun yüksek lisans ve doktora almasına yardımcı olduk ve bunu birçok özgün araştırma ve yayınlar izledi.
Hematoloji alanında kariyer yapmaya nasıl karar verdiniz ve bu alandaki hangi yönleri ilginç buluyorsunuz?
Benim hematolojiye yönlenmem tamamen bir tesadüf. Şöyle ki. 1983 yılında eşim Sinan Beksaç, rahmetli Nusret Fişek’in referansı ile İsveç Stockholm’deki Karolinska Hastanesi’nde çalışmak üzere bir burs aldı. Ben o vakte kadar özellikle nöroendokrinoloji üzerine araştırmalar yaptığım için Karolinska ya başvurdum. Fakat endokrin bölümü kadrosu doluydu. Bu sırada Hacettepe Üniversite’sinde iç hastalıkları asistanıydım. Yapmadığım rotasyonlardan birini tamamlarım ve yer açılınca da Endokrin bölümüne geçerim düşüncesi ile Hematoloji’ye başladım. Ancak Hematoloji de yaptığım çalışmalar, öğrendiğim teknikler beni çok bağladı ve çok ilginç geldi. Artık değişiklik yapmak istemedim. Ben Karolinska’dayken Köhler ve Milstein, monoklonal antikor keşfi nedeniyle Nobel ödülünü henüz kazanmışlardı. Karolinska'da olmamın avantajıyla hemen çok kısa bir süre sonra monoklonal antikorlara erişebildim ve laboratuvarda kullandım. Hatta immunotoksin yapısında olanlarını bile Karolinska adına yazışarak, Amerika’dan getirttim. Laboratuvar koşullarında denedim. Birçok yeni tekniği öğrendim. Daha sonra da hematolojide o kadar çok gelişme oldu ki “From Bench to Bedside” translasyonel tıbbın en güzel örneklerini hematoloji de şimdi de onkolojide ve diğer branşlarda da yaşamaya başladık. Dolayısıyla hematolojiye yönelmemin çok doğru bir seçim olduğunu düşünüyorum.
Karolinska Hospital, Stockholm (1983-1984),Heidelberg Universitesi, Royal Marsden Hospital, London University College Hospital ve Stanford gibi birçok saygın kuruluşta çeşitli sürelerde araştırmacı olarak çalıştınız.Ülkemiz ile kıyasladığınızda neler söylemek istersiniz?
Heidelberg’e gittiğim zaman daha Tıp Fakültesi’nde 3. sınıf öğrencisiydim. Yazın 3,5 ay kadar kaldım. Uygulamalı birçok eğitimi alma şansım oldu. Henüz prekliniği tamamlamış bir tıp fakültesi öğrencisiyken kateter takmaya kadar birçok uygulama eğitim ve iznini verdiler. O dönemin Türkiye’deki tıp eğitimine göre Heidelberg'de daha az öğrenci ile daha çok hasta üzerinde, birebir eğiticilerle çalışma avantajını yakaladım. Sonradan Türkiye’de de bu doğrultuda uygulamalı eğitimde gelişmeler oldu. Ama insana uygulamak giderek zorlaştı. Laboratuvar imkânlarını ve diğer tıbbi imkânlara gelince yine keza her gittiğim yere önceden planlanmış olarak gittim. Mesela New York’a gittiğim zaman, orada Türkiye de daha hiç kurulmamış olan PCR ile bcr-abl translokasyonu ölçüm yöntemini öğrendim onu getirdim, kendi laboratuvarımızda uyguladım. Leiden Üniversitesinde 1990 lı yılların başında dünyanın ilk FISH eğitimine katılarak FISH uygulamalarının nasıl yapıldığını öğrenip, bütün bu öğrendiğim teknikleri Ankara Üniversitesindeki Laboratuvarımıza uyarladım. Stanford’a gittiğim zaman moleküler kimerizm ölçüm yöntemlerini öğrenip getirdim. Bu şekilde yine keza Boston’a gittiğim zaman Akım sitometri ile çalıştım ve o ekiple iş birliğimiz daha sonra hep devam etti. Bugün birçok yerde uygulanan yeni teknikler o zaman Türkiye’de hiç yoktu. Türkiye’de öğreneceğimiz kimse de yoktu. Bunların ilkini başardık.
Transplantasyon immunolojisi ile ilgili (Humana Press/Elsevier) “Molecular Methods in Stem Cell Transplantation” kitabınızdan bahsedebilir misiniz?
Bu kitabın hazırlanması için davet bana yurt dışından geldi. Editörlüğünü yapmak ister misiniz diye sordular. Onun üzerine hem Türkiye’de hem de yurt dışında bu kadar yıl içerisinde biriktirdiğim bağlantılarım ile iletişime geçtim. Örneğin Molecular Methods in Stem Cell Transplantation kitabının bir bölümü in vivo moleküler görüntüleme üzerinedir. Stanford Üniversitesi, hayvanlarda biyolüminesans ile görüntülemenin en ileri olduğu yerlerden birisidir. Bu bölümü orada çalıştığım laboratuvardan istedim. Yine ondan önceki ilk baskıda Kök hücre moleküler biyolojisini yazan Margaret Goodell geçtiğimiz yıl ASH tarafından büyük ödül alan bir araştırmacı. Kök hücre biyolojisi üzerine çok büyük katkıları olan bir kimse. Kitabın yazarları içerisinde EBMT Kemik İliği Transplant Grubu’ndan çok önemli isimler var. Bugün çok önem verilen kalıntı hastalık (MRD) ölçümünü daha ilk baskıda dahil etmiştik. Lenfoid hastalıklarda ve miyeloid hastalıklarda MRD, kimerizm konularını EBMT’nin bünyesindeki büyük otoriteler yazdı. Bizimde o sırada Patoloji bölümü ile ortak donör tipi kimerizm in dokuda tayini ile ilgili çalışmalarımız vardı. Bizde patoloji ile ortak bir bölüm hazırladık. Doku tiplendirmesi ile ilgili yöntemleri kitaba yazdık. İlk baskı çok iyi ilgi görünce ikinci baskısında yeni bölümler eklenerek revize edildi. Bu kitap bölümleri bugün hala referans olarak kullanılıyor.
Ankara Üniversitesi’nde Türkiye’nin ikinci akraba dışı doku bankasını kurdunuz ve ülke çapında 500’ü aşkın naklin gerçekleşmesine katkıda bulundunuz. Bu çalışmalarınız ile ilgili neler söylemek istersiniz?
Doku tiplendirmesi laboratuvarını kurduğunuz zaman ister istemez kendi veri havuzunuz oluşuyor. Sadece hastalarınız değil onların vericileri de bu havuzda yer alıyor. Bu çalışmalara 90’lı yıllarda başladık. Moleküler doku tiplendirmesi ilk uygulamalarımız. Hem İstanbul Üniversitesi’nde hem de bizde Ankara Üniversitesi’nde bu veri havuzundan bir bilgi bankası oluşturma yönünde bir gelişme oldu. Aynı sıralarda AÜTF de Türkiye’nin ilk kordon kanı bankasını kuruyorduk. Dünyada ilk kordon kanı nakli 1989’a aittir. Bizde ilk kordon kanı saklamasını 1994’de, ilk kordon kanı naklini de 1995 yılında yaptık. Bu alanda büyük bir ihtiyaç olduğu ortadaydı. Tıpta o doğrultuda bir gelişme vardı fakat Türkiye’de yoktu. Devlet planlama teşkilatından büyük uğraşılardan sonra proje başvurumuz kabul oldu. Bu proje kapsamında doku bankacılığı ve doku bilgi bankacılığının gerektirdiği kalite alt yapısı olan hücre saklama ortamı ve daha da önemlisi bilgisayar bilişim donanımı o proje kapsamında gerçekleştirildi. Kordon kanı bankası ve doku tiplendirme laboratuvarlarımız yeniden inşa edildi. Hematoloji laboratuvarının olduğu alan sıfırdan tekrardan planlanarak yenilendi. TRAN ve T1CB adıyla Ankara Üniversitesi Doku bilgi bankası ve Kordon Kanı Bankası WMDA e üye oldu. NMDP, Anthony Nolan ile entegre edildi. FACT NETCORD tarafından denetlenen kordon kanı bankası hala Türkiye’nin ilk ve tek uluslararası akredite hücre bankası.
2017 de New York’taki Lenfoma & Miyeloma Kongresi’nde en başarılı temel bilim araştırması ödülüne layık bulundunuz. Öncü rol oynadığınız bu çalışmanızdan kısaca bahsedebilir misiniz?
Evet bu da güzel bir sürprizdi benim için. Ben kongreye giderken ödül aldığımı bilmiyordum. Abstract numarası olarak 1 numarayı vermişler bize ama ben çok da farkında değildim. Deneysel araştırma alanında kalıntı hastalık ölçümü yapmıştık. Multipl miyelom sonuçlarımızı orada sunulmak üzere göndermiştik. Bu çalışmamıza en başarılı Miyelom laboratuvar çalışması ödülü verildi. Uzun yıllardır devam eden bu uluslararası kongre, yaklaşık 1000 – 1500 kişinin katıldığı ve sadece hematolojik malin hastalıklara yönelik bir toplantı. Burada ödül alabilmek hele ki katılımcıların çoğunluğunun ABD’li olduğu bir kongrede çok prestijli bir gelişme.
Hematoloji alanının bugün karşı karşıya olduğu en büyük zorluklar nelerdir ve nasıl ele alınabilirler?
Şimdi tanı konusunda aslında oldukça iyi konuma geldiğimizi düşünüyorum. Ama tanıda risk belirlemede kullandığımız genetik testlere erişim mesela NGS’in yeni jenerasyon dizilim analizlerinin daha ucuz, daha yaygın olması lazım. O doğrultuda bir sıkıntımız var. Bunun ötesinde tedaviye doğru risk belirlemede daha çok işimize yarayan bu yöntem, bir de moleküler hedeflenmiş tedavilere erişmek açısından önemli.
1990 yıllardan beri, 30 yılı aşkın süredir klinik araştırmalar ile uğraşıyorum. Yeni ilaçlara hep klinik araştırmalarla erişiyoruz. Eskiden 30-40 hasta, merkez başına hasta çalışmayı alabilirken şimdi dünyada, klinik çalışmaya giren merkez sayısı arttıkça bu kontenjanı daraltmaya başladılar. Hasta almakta zorlanıyoruz. Çok cazip çalışmalar mesela CAR- gibi hücresel tedavi çalışmaları Türkiye’ye gelmiyor. Başkalarının ilgisinin daha az olduğu çalışmalar Türkiye’ye daha çok girmeye başladı. İlaç sektöründeki ilaç onayları çok geç çıktığı için çok da cazip bir ülke konumunda değiliz ama nüfusumuz yüksek olduğu için oradan bir artımız var. Yani yeni ilaçlara erişebilmenin klinik araştırmaların ötesinde mümkün olabilmesi lazım. Buradaki yavaşlığımızın en büyük sebebi ise yeni ilaçların çok pahalı olması, çünkü araştırma geliştirme ve klinik araştırmalara çok büyük para harcanıyor. Ve bir yeni molekülün geliştirilmesi için çok sayıda molekül çalışılıyor. Onların arasından bir tanesi, bir molekülün klinik araştırma aşamasına gelmesi bile mesela bir 10 yıl kadar zaman alabiliyor. Bu süreçlerin maliyetleri ilaç satış aşamasına yansıyor. Tabi ne kadarı yansıyor ne kadarı kar onu ben değerlendiremem ama gerçek şu ki; yeni ilaçlar eskisine göre çok pahalı. Bu da hastalarımızın erişimi açısından büyük bir engel oluşturuyor.
Yeni nesil ilaçlar daha mı etkili?
Örneğin multipl miyelom, bundan 10 yıl önce bir hasta için beklenen yaşam süresi 3-4 yıl iken şimdi 10 yılı çok fazlasıyla aşmış durumda. Ve daha da önemlisi eski ilaçların yan etkileri çok fazlayken şimdi yan etki profilleri çok daha iyi yönetilebilir durumda. Hastalar hastaneye yatmadan günlük yaşantılarını ayakta yürütebiliyor.
Bu işe gönül koymuş genç uzmanlara neler söylemek istersiniz?
Ben hep şunu söylüyorum; “Ne iş yaparsanız en iyisini yapın”. Kendinizi en iyi şekilde yetiştirin. Günümüzde bilim ve tıp çok hızlı ilerliyor. Öğrenme yöntemlerimiz eskisine göre kolaylaştı ama bunun da bizim üstümüze getirdiği yük daha çok çalışmak zorunda olduğumuz. Eskiden bir ay, iki ay yurtdışına eğitim ve araştırma amacıyla gidebiliyordum. Arkamda bıraktıklarım bana bir yük olmuyordu ama şimdi bırakın öyle bir iki ay gitmeyi, akşam eve gittiğiniz zaman bile hastalarınızı, diğer işlerinizi düşünüyorsunuz ve devamlı işle iç içe yaşıyorsunuz. Öte yandan da yeni gelişmelerden çok şey öğreniyorsunuz. Yani öğrenmenin sonu yok. Ben biliyorum deyip hiçbir zaman durmayacağız. Okumazsanız da eksiğinizi bilmiyorsunuz. Yani bu yaşımdayım, hala kendi alanımda bile devamlı öğreniyorum ki her şeyi her alanı öğrenmek mümkün değil. Onun için bilmediğiniz alanlara da karışmamak lazım.